Klasik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler

Klasik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler:

Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Ahlakı Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları

Giriş

Asırlar boyunca benzer duygu ve arzularla kaleme alınmış olan Türkçe, Arapça ve Farsça şiirlerle ilgili olarak birçok ülkede son asırda yazılanlar, içerdikleri tespit, görüş ve iddialar açısından büyük farklılıklar taşımaktadır. Örnek olarak İslâmiyet sonrasında Fars kimliğinin ve kültürünün öne çıktığı, Türk asıllı hanedanların kurduğu devletlerde bu kültürün egemen olduğu ve Fars edebî geleneğinin Türk edebiyatını her yönüyle etkilediği gibi görüşler, bir asırdır çeşitli eserlerde yer almaktadır. Batı ülkelerinde, Türkiye’de ve İran’da yayımlanmış bu özellikteki birçok eser ve makaleyi kolayca sıralamak mümkündür. İran’da bu amaçla yazılmış Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı[1] ve Fars Dili ve Edebiyatı’nın Türkiye’de nüfuz ve Yayılışına Bir Bakış[2] gibi kitaplar ile Nüsha dergisinde Mehmet Kanar’ın çevirisiyle yayımlanan Nasrullah-i Cihanşahlu’nun Azerbaycan, Arran ve Azerbaycan Diline Dair ve Pervîz-i İktişâfî’nin Türk ve Fars ile İran Çok Ulusluluğu gibi makaleler[3], bu özellikteki yayınların güncel örnekleridir. Bu yayınlarda İslâm sonrasında Doğu’da Fars kimliğinin ve edebî geleneğinin ne denli üstün olduğu ulusçu bir yaklaşımla ispata çalışılmaktadır. Bu yaklaşıma kaynaklık eden bilgi ve ön yargılı görüşler üzerinde zaman zaman değerlendirmeler yapılmıştır[4].

Burada ele alacağımız yine İran’da yayımlanmış iki araştırma ise, aynı edebî mirastan ve şahsiyetlerden hareketle çok farklı ve ilginç bir tablo ortaya koymaktadır. Bu kitaplardan birincisi, Övgü, Fars Edebiyatı Yüzünde Utanç Damgası[5] ve ikincisi İslâm Ahlakı Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri[6] adlarını taşımaktadır. İlk eserde, kısmen edebî özelliklerden söz edilerek, övgü konulu Farsça şiirler yazmış olan şairlerin ve övdükleri sultanların davranışları ulusçu bir bakışla sorgulanmaktadır. İkinci eserde de konu ve yaklaşım açısından benzerlikler bulunmakta; ancak sorgulamada ilave olarak dinî kaynaklara ve ahlakî değerlere işaret edilmektedir.

Bu yazıda, önce anılan kitaplardan bazı konu başlıkları aktarılacak, sonra yazarların bakış tarzı, belirlediğimiz genel başlıklar altında ortaya konacak; daha sonra bu kitaplar, özellikle Türk kültürünü ve edebiyatını ilgilendiren yönleriyle ele alınıp eleştirilecektir. Söz konusu eserlere gönderme yapılırken; birinci kitap, “Övgü” ve yazarın soyadı Vezînpûr ile, ikincisi “Eski Şiir” kısaltması ve yazarın soyadı Rezmcû ile anılacaktır.

Övgü, Fars Edebiyatı Yüzünde Utanç Damgası adlı kitap, konuya ilk olarak Methiyecilik Dönemleri (s. 13-14), Şairlerin övgü şiirleri nasıl bir şiirdir?(15-28), İran’da Methiyenin geçmişi (29-37), Farsça şiirde Övülenler (38-70), Sevgili, Cariye ve Köleleri Övmek (71-85) gibi başlıklarla başlamakta ve ayrıntılı kırk iki başlık içermektedir. Bunlardan bazıları, şu şekildedir: Şairlerin, Saraylara ve Kudret Merkezlerine Bağlanmasının Sebepleri (138-162), Methiyecilik İşinde Etkili ve Kusurlu Kişiler ve Âmiller (182-191), Şairlerin Methiyelerinden Ne Bekleniyor? (218-240), Methiyecilerin Şiirlerindeki Çeşitli Konular (274-281), Padişahların İlim ve Edeb Sahiplerine Zulümleri (312-331), Methiyenin Diğer Ülkelerdeki Geçmişi (386-387), Araplar Arasında Methiye (394-409), Methiyeciliğin En Önemli Devresi (429-435), Methiyecilik Çarşısının Kesada Uğraması (448-466), Şairlerin Onbir Asırdan Sonra Vatana ve Halka Yönelmesi (501-521).

Değerlendireceğimiz ikinci kitap olan İslâm Ahlakı Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri isimli eserin birinci cildinde (134 sayfa) sırayla Tenkit, Tenkit Türleri ve Ahlakî Tenkit (s. 15-25), Ahlak ve Ahlakî Güzellikler (27-33), İslâm ve Ahlakî Ölçüleri (33-41), Ahlak ve Sanat İlişkisi (43-58), Şiir ve Ahlakla İlişkisi- Şiirde Sorumluluk (59-79), İslâm Açısından Şiir ve Şairlik (81-94) bölümleri bulunmaktadır. İkinci cilt (390 sayfa), iki defter’e ayrılmış, birincisi Karanlıklar, diğeri Aydınlıklar başlığına sahiptir. Karanlık ve Aydınlık Nedir? (21-23) konu başlığıyla başlayan ilk bölümde, daha sonra şu konular yer almaktadır: Birinci Karanlık- Altın, güç ve tezvir sahiplerini övmek (24-60); İkinci Karanlık- Şarabı ve sarhoşluğu övmek, İçki içmeyi teşvik etmek (61-82); Üçüncü Karanlık- Renk için olan aşklar (83-97); Dördüncü Karanlık- Aklın ve akıllılığın küçümsenmesi (98-107); Beşinci Karanlık- Çalışma ve eyleme ilgisizlik, Talih ve ikbalin hayatla ilgili işlerde etkili olduğunu bilmek/düşünmek (108-114); Altıncı Karanlık- Sorumluluktan kaçış ve Cebriye/Yazgıcılık düşüncesine dayalı dini kolaylıklar/ihmalkârlıklar (115-130); Yedinci Karanlık- Kadını küçümseme (131-141); Sekizinci Karanlık- Felsefî ümitsizlik, Zaman ve insan hakkında aşırı kötümserlikler (142-156); Dokuzuncu Karanlık- Sözde iffetsizlik ve kirlilik (157-168); Onuncu Karanlık- İnançla ilgili yerilen/kötü taassuplar, Kınanan dinî ve kavmiyetçi taassuplar (169-191). İkinci Defter- Aydınlıklar’da ise şu bölümler bulunmaktadır: Giriş (233-234); Klâsik Fars Şiirinin Ebedî Şuleleri (235-255); Birinci Aydınlık- Allah severlik ve kulun alçak gönüllülüğü (256-262); İkinci Aydınlık- Övgüye layık olanları övme (263-271); Üçüncü Aydınlık- İnsan severlik ve hemcinse şefkat (272-277); Dördüncü Aydınlık- Akıl, ilim ve eyleme saygı (278-283); Beşinci Aydınlık- İffet severlik ve nefisle mücadele (284-288); Altıncı Aydınlık- Şarabı ve şarap düşkünlüğünü kınama (289-292); Yedinci Aydınlık- Özgürlük ve düşüncenin yüceliği (293-299); Sekizinci Aydınlık- Baskıyla mücadele, zülüm ve zalimle savaş (300-313); Dokuzuncu Aydınlık- Hayatın yorumu-Sırrın ortaya konması ve Amelî hikmetin sınırları (314-321); Onuncu Aydınlık- Ölümü anmak ve ölümden ibret almak (322-331). Eser, çeşitli indeksler ve kaynakçayla sona ermektedir.

Söz Konusu Eserlerin Yazılış Amaçları

Araştırmacılar, eserlerinin önsözlerinden itibaren amaçlarını ve bakış açılarını ortaya koymaktadırlar. Vezînpûr, sözlerine İran’da gençlerin edebiyat tarihiyle ilgili bazı soruları bulunduğunu dile getirerek başlamaktadır: Niçin İranlı şairlerin çoğu methiyecilik yaptılar? Neden dalkavukluk çevresinde dolaşarak bütün bu yalanları söylediler? Sanatkârlar, taşımaları gereken sorumluluğu ve görevi görmezlikten gelip bütün bu rezilliğe nasıl teslim oldular(Övgü, Vezînpûr, s. 9)? Yargılar içeren bu sorular, kanaatimizce, aynı zamanda Vezînpûr’un içinde bulunduğu düşünce dünyasına ışık tutmaktadır.

Araştırmacılar, taşıdıkları sorumluluk gereği gerçekleri, doğru ölçüler kullanarak, gözler önüne sermek arzusunda olduklarını söylemektedirler: Vezînpûr, Dostluk veya düşmanlık olmaksızın gerçekleri aramaya yönelmeliyiz. Vazifemiz, bu işten bir grubu hoşnut etmek için geçmiştekilere sevgi beslemek değildir ve yine vazifemiz, başka bir topluluğu mutlu etmek için onları yok etmek, boş göstermek değildir. Tarafsızlıkla doğru karar vermek zorunludur (Övgü, Vezînpûr, s. 10) derken; Rezmcû, fikrî ve duygusal yanlışlıklardan korunmak, taassup ve tarafgirlikten uzak kalmak için, ilk olarak Kur’ân-ı Mecîd’den, sonra Peygamber-i Ekrem’in hadislerinden ve imamların vasiyetlerinden yararlandığını dile getirmektedir[7]. Ancak ortaya koyduklarının, bu özellikte olmadığını öncelikle belirtmek gereklidir.

Vezînpûr, bilhassa methiye konulu şairleri anarak ne denli ağır bir hükme vardıklarını ifade etmekten geri durmamaktadır: Bugün bizim, ölçülerin ve şiirden beklentimizin değişmesi sebebiyle şairlerin methiyelerine genel olarak hakaret gözüyle baktığımız ve konularını yalan ve değersiz saydığımız, doğrudur. Ancak unutulmamalıdır ki bu şairlerin şiirleri, kendi zamanlarında ve hatta onlardan sonra uzun zamanlar toplumda, hatta ilim ve edebiyat ehli arasında şaşırtıcı bir tesire sahipti (Övgü, Vezînpûr, s. 174).

Yukarıda Vezînpûr’un gençlerin ağzından oluşturduğu sorularla çizdiği tablo, Rezmcû tarafından, şöhretli şairlere de uzanacak şekilde, klâsik şiir için bir genellemeye dönüşmektedir: Şöhretli şairlerimizden bir bölüğünün divanlarının ve defterlerinin fezasını kaplayan, şimdiye kadar çokça sapkınlığa ve kötü öğreticiliğe neden olan, bu arada ülkemizin halk tabakalarında muhafazakârlık ve zorbalarla anlaşma ruhunu hazırlayan ve dilencilik, tembellik, iradesizlik, hizmetkârlık, iki yüzlülük ve dalkavukluk gibi ahlakî rezillikleri yaygınlaştıran eski Fars şiiri eserlerindeki ürpertici ilk karanlık, bozguncu güç sahiplerini ve sahtekâr komutanları övmek ve dünyayı yutan zalimleri ve zorbaları temiz hâle getirmektir. Onların çoğunluğu da, dalkavuk methiyecilerin ve münafık fırsatçıların kendilerine nispet ettikleri sıfatlara rağmen, göreceğimiz gibi, büyük suçların ve cinayetlerin failleriydi ve halkı perişan eden şarapçılık, oğlancılık, altın biriktirmek, katı kalplilik, israf ve savurganlık gibi kötü işlere bulaşmışlardı (Eski Şiir, Rezmcû, II, 27).

Genelleme on bir, on iki asrı kuşatan bir zaman dilimi için yapılmaktadır: Kesin olan şudur ki Fars şiirinin ilk dönemlerinden İran İslam devriminin görkemli döneminin öncesine kadar mecazî aşk, çeşitli görünümler, muhtelif ve şehvet doğurucu özellikler eski şiirimizin şairlerinin divanlarını ve defterlerini doldurmuştur (Eski Şiir, Rezmcû, II, 90). Bin yıllık Fars şiirinin bütününde methiyecilik -takriben- canlı bir pazara sahiptir ve ünlü şairlerimizin divanları, çoğunlukla altın ve güç sahiplerinin övgüsü için söylenmiş olan methiyelerle doludur (Eski Şiir, Rezmcû, II, 32).

İran’daki Hanedanlar ve Tutumları

İran sahasında şiir, ilk dönemlerde hemen bütünüyle saray çevresinde söylenmekteydi. Saray şairi kimliği, daha çok İran edebiyatı için bir anlam taşımaktadır. Bu nedenle şairlerin, sultan ve devlet adamlarıyla olan ilişkileri önemlidir. Anılan araştırmacılar da Farsça şiirde gördükleri olumsuzlukların kaynağında, İran’da yönetimi elinde bulunduran hanedanları görmektedirler. İran’ın siyasî tarihi, onlar için büyük acılarla doludur. Onlara göre İslâmiyet’ten sonra İran’da hüküm sürenler, genelde İranlı değildir ve işgalcidir:

Genel olarak İranlı olmayan hanedanlar bin yıldan fazla bu ülkenin hükümdarlarıydı (Övgü, Vezînpûr, s. 241).

Defalarca zikrettiğimiz gibi IV./X. asrın sonlarından itibaren bin yıl süreyle bu ülkede şiddet, zulüm ve İran halkının canına ve malına saldırıyla hükümet etmiş olan sultanların ve beylerin çoğunluğu, kılıç gücüyle ve şehirleri, köyleri yağmalamayla yüksekliğe sıçrayan mayasız, terbiye ve medeniyetten yoksun fertlerdi (Övgü, Vezînpûr, s. 168).

Artık, Moğol saldırısından Pehlevî rejiminin kara dönemine kadar İran tarih sahnesine çıkan sülale ve hanedanların padişahları, çoğunlukla Gazneli Mahmud, Sencer, Berkyaruk, Kızıl Arslan ve Celaleddin Harezmşah’ın kumaşındandı (Eski Şiir, Rezmcû, II, 47).

Arap tasallutunun kesilmesinden sonra, bu ülkede, saltanatta ve emirlikte bulunan İranlı yüzlerce padişah ve bey arasında adil, müşfik, halkı gözeten hükümdarların sayısı çok azdı. Hükümdarların mutlak çoğunluğunu teşkil eden zalim ve cabbar padişahlarla mukayesede, iyi özellikli sultanların sayısı önemsizdir, hatta yok hükmündedir. (Övgü, Vezînpûr, s. 200).

İranlılar, tarih boyunca yaklaşık olarak daima istibdat, dert, zulüm ve sitem, emniyetsizlik, hastalık, kıtlık ve kendi alın yazılarıyla ülkelerinden habersiz oluştan dolayı zahmet çekmişlerdir (Övgü, Vezînpûr, s. 503).

Türk Sultanların Dinî Tercihleri

Araştırmacılara göre, Türklerin kınanması gereken özelliklerinde biri de Sünnî oluşları ve dinî hassasiyetleridir:

Selçuklular da, Sünnîlik taassubunda, Abbasî halifeliğinin hukukunu müdafaa etmede ve bidat sahiplerini, Karmatîleri, Mülhitleri (Hasan Sabbah yanlıları), Rafizîleri takip etmede, Gazneliler’den daha geri kalmadılar. Hatta zamanla, özellikle Nizamülmülk’ün vezirliğe atanmasından sonra öncekilerden çok daha mutaassıp oldular. Bu nedenle şairimiz (Nâsır-ı Hüsrev), mezhep, soy ve hususen şahsî düşmanlarına ve genel olarak Türk olan bey ve sultanları… çok kınadı ve ….gâsıp saydı (Övgü, Vezînpûr, 124).

Selçuklular, bedevî Türkmenlerdendi ve başlangıçta şehir hayatına, medeniyete ve dine ilgisizdiler. İslam’a inandıkları zaman tabiatlarındaki sadeliğin tesiriyle bu yolda şiddetli taassuba kapıldılar. O sırada zafiyete uğramış olan Abbasî halifelerine yardıma koşmaları ve dini ihya etmeleri yine bu sebepleydi (Övgü, Vezînpûr, s. 420).

Rezmcû, Murtaza Mutahharî’nin “İnsan ve Sernivişt” isimli eserinden konuyla ilgili şu tespiti aktarmaktadır: Şüphesiz İslâm dünyasında Eş’arî mezhebinin yayılması ve nüfuzu -özellikle Bağdat halifeliğine bağlı Gazneliler, Selçuklular gibi hükümetlerin bulunduğu İran’da- çok tesirler bıraktı ve her ne kadar Şia gibi diğer fırkalar resmen onlara bağlılık göstermiyorlardıysa da, onların akîdelerinden korunmuş hâlde kalmadılar. Bu nedenle Şiî mezhebi, Eş’arî mezhebine muhalif olmasına rağmen, Şiî Arap ve Fars edebiyatında alın yazısı karşısında beşerin mahkum bulunduğundan söz edildiği ölçüde özgürlük ve iradeden bahsedilmediğini görüyoruz (Eski Şiir, Rezmcû, II, 119).

Vezînpûr ise, kitabında Abbâs-ı İkbâl’in şu cümlelerine yer vermektedir: Türk asıllı olan, Fars dilinin güzelliklerini tam olarak anlamayan ve Sünnîliğe şiddetli taassubu nedeniyle hikmet ve düşünce özgürlüğü kokusu gelen her şeye karşı sert şekilde düşmanlığı bulunan Mahmud, hiçbir zaman gönlünün isteğiyle, doğal bir zevkle şiir ve edebiyat isteyen, ilim ve hikmet arayan biri olamazdı (Övgü, Vezînpûr, s. 165).

Ayrıca Gaznelilerin ve Selçukluların dinî hissiyatları, İran’da millî heyecan ve duyuşların unutulmaya yüz tutmasının, İran hamasî şiirlerinin ortaya çıkmamasının sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir.[8]

Methiyecilik ve Methiyeci Şairlerin Kişiliği

Araştırmacılar, kendilerinin hakaret dolu sıfatlarla andıkları hanedanları ve sultanları, şairlerin övmüş olmalarının sebebini ararken, yanlı duruşlarını açığa çıkaran cümlelere yer vermekte ve bir çekince koyup methiyeci şairleri ağır ifadelerle kınamaktadırlar:

Muhammed b. Vasîf-i Segzî ve çağdaşlarının, Yakub b. Leys-i Saffâr’ı[9] övmek için ağız açtıkları gün, yalnızca methiyede mübalağa etmekten başka yanlış bir iş işlemediler. Hatta asil, gönlü temiz, cesur, İran sever ve bu vatanın istiklaline âşık bir İranlıyı övdükleri için yerinde ve yaraşır bir iş yaptılar. Özellikle de Yakub, İran’dan Arapları dışarı sürmeye ve Abbasî halifelerinin nüfuzunu kesmeye kararlıydı ve yiğit arkadaşlarıyla birlikte Arapların, ecdadının toprağına olan cehennemî tamah ve tasallutuna son vermeye azmetmişti. Ancak bu keyfiyet sürekli olmadı ve sonraki zamanlarda yüzlerce ünlü şair ortaya çıktı, makam, mal ve güce olan tutkunluklarının etkisiyle çoğunluğu zalim, asaletsiz, soysuz, hatta İranlı olmayan, zalim, kan dökücü ve bencil kişiler olan ve hiçbir zulüm ve fesattan geri durmayan padişahları ve kudretli kişileri methedip övdüler (Övgü, Vezînpûr, s. 34).

Yakub’u övmekle meşgul olan şairlerin çok mübalağalar yaptığı doğrudur ve belki de uygun olmayan bir âdetin temelini attılar, ancak İran’ın düşmanlarını yok etmiş ve Fars dilini, İran kültür ve edebiyatını diriltmiş olan bir kimseyi övdüler. Halbuki onlardan sonraki şairler on iki asra kadar mübalağayı ve saçma söyleyişi ölçünün dışına çıkardılar ve kifayetsiz ve cahil memduhlarını ilahlık derecesine yükselttiler (Övgü, Vezînpûr, s. 35).

Övgü ve methiyeciliğin eski Farsça şiire girmesi ve dalkavuk methiyeci şairlerin ortaya çıkması sayesinde vücut bulan edebî ve ahlakî gerileme sırasında siyasî ve fikrî cereyanlar, tağutî hükümetlerin ve müsait olmayan çevrelerin sultasından, dalkavuk şairlerin kültürel yoksulluğuyla iman zayıflığından ve bunların idarecilere olan ihtiyacından doğmuştur (Eski Şiir, Rezmcû, II, 31).

Gazneli, Selçuklu, Harezmşahlı, Safevî, Kaçar ve Pehlevî gibi saraylarda yetiştirilmiş şairlerin, nefret ettirici ve tiksindirici mübalağalar ve aşırı söyleyişler barındıran mevsimlik ve menfaate dayalı methiyecilik ve dalkavukluk işi, bazen dalkavukluğun kabalığı ve faydasız söyleyişin şiddeti nedeniyle, bu tür şiirlerden bazısının muhtevası, inkârcılıktan başka bir şey olmayacak bir merhaleye ulaşmaktadır. Öyleki birçok yerde şair, kirli ve alçak memduhunu ilahlık derecesine kadar yükseltmekte, onu peygamberlerden ve velilerden daha üstün saymaktadır (Eski Şiir, Rezmcû, II, 27).

Tarihî Sorumluluk ve Sorumsuz Çevreler

Araştırmacılar, bakış açıları gereği şairlere tarihî ve sosyal sorumluluk yüklemekte[10], bu nedenle de bu sorumluluğu taşımadığını düşündüğü geçmişteki şairleri şiddetle yermektedirler. Ayrıca başka sorumlu ve sebepler de aramaktadırlar:

Bu şekilde İran toplumunu zavallı ve yoksul yaparak, çoğu dönemlerde kendi haklarına tecavüz edenlere seyirci hâline sokanlar, sadece tarihin zalimleri ve saldırganları değildi, hatta edip kişilerin çoğunluğu da mertlik yerine, topluma alçaklarla ve zalimlerle uyuşma yolunu gösterdiler (Övgü, Vezînpûr, s. 172).

Şairlerin, saraylara yönelmesinin ve çoğunlukla zalim, cahil, köle asıllı, köylü, merhamet ve şefkatten uzak kişiler olan, şairleri ve bilginleri mahveden hükümdarları övmelerinin günahı hususunda diğer etkili amilleri unutmamamız gerekir (Övgü, Vezînpûr, s. 11).

Şairlerin günahı hususunda hiçbir çeşit şüpheye yer yoktur, şiirlerinde altın ve güç sahiplerini öven ve çoğunlukla dünya menfaatleri için dalkavukluğa ağız açanlar, şairlerdir. Ancak konunun hakikatine varırsak, başka üç âmil veya kutbu da bu macerada suçlu buluruz. Bunlar övülenler, toplumun bireyleri ve sosyal, iktisadî, kültürel oluşumlardır (Övgü, Vezînpûr, 182).

Methiyecilik meselesinde asıl günahkârlar, zevk ve kabiliyetlerinin ürününü genelde bilgisiz cahillerin ayağına döken şairlerin dışında başka  iki grup veya kutup vardır: İlki padişahlar ve ikincisi toplumdaki bireylerdir (Övgü, Vezînpûr, s. 89).

Araştırmacılar, şairlerin, faaliyetleriyle toplumun zalimlere tepkisiz kalmasını ve zalimlere boyun eğmesini sağladıklarını ileri sürmektedirler:

Mahmud’un sarayında dört yüz şairin bulunduğu yazılmaktadır, bu sayının hatta onda birini de kabul etsek ve onların, o padişahı övmek için Ferruhî, Unsurî, Ascedî, Minûçihrî ve diğerlerinin tarzında şiirler söylediklerini dikkate alırsak, artık zamanın halkından hangi kişinin, Mahmud’un ve benzerlerinin uygunsuz işlerine itiraz etme cesareti kalırdı ve dalkavukların kendisine nispet ettikleri o bütün inanılmayacak özellikler karşısında, böyle dindar, cihan fatihi ve adaletli padişahtan şikayete ağız açmaya hangisi cesaret ederdi? (Övgü, Vezînpûr, s. 171)

Elbette, eski Farsça şiirde övülen bu Allah’ın gölgesi(!) memduhların hepsini, tarihin aynasına yansıdığı şekilde,  tanıtmak ve onların ahlakî rezilliklerini tahlil etmek zait bir iş ve bu konunun tahammülünün dışındadır (Eski Şiir, Rezmcû, II, 39).

Sultanlar ve Türkçe

Araştırmacılardan Vezînpûr, şiddetle yerdikleri hanedanların ve sultanların Türkçe konuştuklarını ve Farsçayı pek de bilmediklerini belirtip, bu durumu onların olumsuz bir özelliği olarak göstermektedir.

Sultanların çoğunluğu şiirleri anlamaktan acizdiler (Övgü, Vezînpûr, s. 241, başlık).

On asır süresince İran sultanlarının çoğunluğu bu ülkenin dışından gelerek bu makama ve güce erişmişlerdi. Doğal olarak Fars dilini bilmedikleri açıktır ve böyle kişilerden, Enverî, Zahîr, Am’ak, Hakanî, Esîr, Vatvat ve diğerleri gibilerinin şiirlerini anlamayı beklemek yersizdir(Övgü, Vezînpûr, 250).

Gazneli sultanlar Türk asıllıydılar ve onları sadece bir veya iki nesil, Orta-Asya çöllerinden ayırıyordu ve sürekli olarak Türkçe konuşuyorlardı. Gazne sarayındaki İranlı şair Minûçihrî’nin, Türkçe şiirle aşinalığı vardı ve bu aşinalık onunla sınırlı değildi (Övgü, Vezînpûr, 418).

Araştırmacıların Aktarılan Görüşlerinin Eleştirisi

Öncelikle burada eserlerinden aktarmalar yaptığımız araştırmacıların, Doğu’daki XX. asır edebiyat tarihçiliğine farklı bir boyut getirdiklerini belirtmek zorunludur. Çünkü klâsik İran şiirini onlar gibi değerlendirenler, nadirdir. Ancak dile getirdikleri hususların ne denli anlamlı ve gerçekçi olduğu hususu ciddî bir şekilde tartışmaya açıktır.

1- İlk olarak İran edebiyat tarihi açısından konuya bakılacak olursa, mevcut edebiyat tarihi kitaplarına göre büyük tenakuzların varlığına işaret etmek gerekecektir. Bütün dünyada edebî şahsiyetleriyle, eserleriyle ve estetiğiyle kabul gören bir edebiyatı, hangi gerekçelerle olursa olsun böyle acımasız ve genel ifadelerle eleştirmeye girişmek, garip bir tutumdur. Özellikle de bunun, sorumluluk gereği olarak yapıldığının söylenilmesi büyük talihsizliktir.

Şu ifadeler, bu araştırmacıların klâsik şiiri anlama ve yorumlamada ne denli başarısız olduklarını ortaya koymaktadır:

VII./XIII. asırdan sonra şairlerden bir grubun, hatta ünlü şairlerin, her üç tür sevgiliyi övmüş olmaları ve onların can yakan ayrılığından dolayı gönülden âh çekmiş olmaları şaşırtıcıdır. Yani şairlerin büyük bir miktarı, hem peri yüzlülerin, hem oğlanların ve gençlerin, hem de tek Hakk’ın zatının aşk derdinden şikayet ettiler! Ve bu şaşırtıcı tezat, şairlerin birçoğunun, meselâ Sa’dî, Irâkî, Furûgî-i Bestâmî ve başkalarının şiirlerinde açıkça görülmektedir!  (Övgü, Vezînpûr, 83).

Kesin olan, şudur ki Fars şiirinin ilk dönemlerinden İran İslam devriminin görkemli döneminin öncesine kadar mecazî aşk, çeşitli görünümler, muhtelif ve şehvet doğurucu özelliklerle eski şiirimizin şairlerinin divanlarını ve defterlerini doldurmuştur (Eski Şiir, Rezmcû, II, 91).

Araştırmacıların, bu ifadeleriyle İslâm öncesinden Selçuklular zamanına kadar şiirdeki tercihlerde meydana gelen değişiklikleri ve gelişmeleri pek dikkate almadıkları veya önyargılı davrandıkları anlaşılmaktadır. Gerek aşk ve şarap konulu şiirlerden söz ederken, gerekse akıl, bilim, kader ve sorumluluk üzerine söylenen beyitleri değerlendirirken, klâsik şiirin tarihî seyrini ve tekâmülünü görmezlikten gelmektedirler.

2- Son asırda İran’da yazılan İran edebiyat tarihiyle ilgili kitaplar, yukarıdaki örneklerde görülenler kadar olmasa da, genel olarak iktidarda bulunmuş hanedanlar hakkında tenkitler içerir. Bu konudaki eserlerde siyasî tarihi oluşturanlara pek değer verilmeyip, bu şahsiyetler çoğu zaman olumsuz ifadelerle eleştirilir, ancak İranlı olmayan bu kişilerin ve toplulukların, iktidara geldikten bir zaman sonra İran halkıyla kaynaştığı, olgunlaştığı ve Farslaştığı anlatılır. Bu sebeple yüksek İran kültürüne ve edebiyatına hizmet ettikleri dile getirilir. Bu bakış, şu iki yargıyı içermektedir: İlk olarak, İran’da iktidarda bulunan Türkler, Farslaşmıştır ve İran edebiyatına hizmet etmiştir. İkinci olarak da, İran edebiyatı, İranlılara özgü üstün bir edebiyattır. Örnek olarak ünlü edebiyat tarihçisi Z. Safa, siyasî yönden Gazneliler ve Selçuklularla ilgili olumsuz birçok ifadeye yer vermekte[11], daha sonra da şartların gereği onların isteyerek veya istemeyerek geleneklere uyduklarını, edebiyat çevrelerini desteklediklerini, hatta bir kısmının Farsça veya Arapça şiir söylediklerini kaydetmektedir.[12]

Gerek Muizzî ve Enverî gibi saray şairlerinin ve gerekse Attâr ve Mevlânâ gibi sufî şairlerin, kendilerinden daha önce yaşamış Sultan Mahmud ve Alp Arslan gibi sultanları överek şiirlerinde hayırla yad etmeleri, İran’daki birçok araştırmacıyı tereddüde dahi düşürmemiştir. Rezmcû ve Vezînpûr da aynı kararlığı sürdürüp, ilave olarak, çok olumsuz sıfatlarla andıkları siyasî kahramanların ve hanedanların çevrelerinde bulunanları, bilginleri ve de şairleri itham etmişlerdir. Bu arada, devlet adamlarını öven şairlerin hissiyatının ve gerekçelerinin, bu araştırmacıları pek ilgilendirmediği görülmektedir. Ayrıca, bu şairlerden önemli bir kısmının bu devlet adamlarıyla aynı soydan, yani Türk olduğunu veya olabileceğini göz önüne almadan yorumlara kalkıştıkları ortadadır. Özetle, İranlı edebiyat tarihçileri tarafından daha önce yüceltilen Farsça yazmış şairler, bu araştırmacılar tarafından, kimi zaman çekinceler koysalar da, bu defa büyük ithamlarla karşı karşıya bırakılmıştır.

3- Araştırmacılar, özellikle Nizâmî, Mevlânâ, Sa’dî ve Hafız gibi şahsiyetlerin öncülüğünü yaptığı klâsik Farsça şiiri, itham edici bir tutumla ele almak ölçüsüzlüğünü gösterirken, millî ve dinî hisleri kullanmaya çalışmaktadırlar. Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere dinî kaynaklarda hangi özellikteki şairlerin kınanması gerektiği açıklanmış olmasına rağmen, klâsik şiiri ve şairi küçümseme amaçlı iddialar yenilenmektedir. Özellikle Rezmcû’nun, klâsik şiirdeki methiyecilik, şarap, aşk ve diğer konular üzerinde dururken, önce sayfalarca Kur’ân-ı Kerim’den, Hz. Peygamberin hadislerinden ve diğer dini kaynaklardan nakillerde bulunması ilginç bir durumdur. Araştırmacı, şairlerin ve şiir sevenlerin bilmediği hususlardan söz eder gibidir.

Hz. Peygamber’in zamanında ve sonraki yıllarda şiirle ilgili yapılan tartışmaları

, muhteva ve niyet üzerindeki değerlendirmeleri dikkate almaksızın görüş oluşturulması, makul görülemiyecek bir cesarettir. Asırlar öncesinde İmâm-ı Gazzâlî’nin, eserlerinde ortaya koyduğu tespitler[13] başta olmak üzere bilgin ve sufîlerin görüş ve tercihleri, önceki asırlarda Müslüman toplumun şiirle gönülden barışık olmasını sağlamıştı. İnsan hayatının anlaşılamayan ve açıklanamayan her türlü hâline değinen, çözüm arayan klâsik şiiri, terbiye görmemiş duyguların esaretinde kalmış gibi göstermek, fırsat düşürüp bazı küçük istisna ifadeleriyle Mevlânâ, Sa’dî, Hâfız ve Câmî gibi bilgin, arif ve şair kişilerin adını anmak[14], modern çağdaki olumsuz duruşun örneğidir, sadece.  Ancak bu kullanış, siyasî tarihi ve klâsik İran edebiyatını küçümseme ve aşağılamaya dönük olmuştur. Halbuki bugüne kadar birçok İranlı araştırmacı, bu yazının başında işaret edilen örneklerde olduğu gibi, ulusal ve dinî hislerle İran tarihini, özellikle İran edebiyatını yüceltmekte ve de klâsik Türk şiiri üzerindeki etkisinden söz etmekteydi. Böylece bir bakıma İran’da edebî mirası değerlendirmede zıt sonuçlara ulaşan iki ayrı ulusçu bakışla karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Bu durum, Doğu’da edebî miras üzerindeki yanlış değerlendirmelerin veya açmazların anlamlı bir örneğidir.

4- Araştırmacıların klâsik Farsça şiirlerde gördükleri olumsuzluklardan biri de, Türklerin benimsediği Sünnî-Hanefî inanışın bu edebiyatta yaygın olmasıdır. Bu nedenle her iki araştırmacı da, düşünce ve tercihleri sebebiyle Şu’ûbî/Acem taraftarı olarak tanıttıkları Firdevsî’yi ve İsmailî davetçisi Nasır-ı Hüsrev’i özel bir mevkiye oturtmaktadırlar. Rezmcû, Eski Fars şiirinin ebedî şuleleri başlığı altında ilk olarak Firdevsî’yi ve ikinci olarak Nâsir-i Hüsrev’i öne çıkarmakta (Eski Şiir, Rezmcû, II, 235), Vezînpûr da hissiyatını bir soruyla dillendirmektedir: Bu şair yetişen ülkede ve bütün bu şairler arasında acaba Nasır-ı Hüsrev gibi kaç kişi bulunabilir (Övgü, Vezînpûr, 221)?

Dr. Rezmcû ve Dr. Vezînpûr farklı bir amaç güderken, gerçekte İran sahasında yaşamış anadili Türkçe olan veya olmayan şairlerin kendilerine ve çevrelerine özgü zevk ve değerleri, bu sultanların çevresinde Farsça şiire aktardığını ortaya koymaktadır. İranlı olmadıkları ve şairleri İranlılık şuurundan uzaklaştırdıkları için şiddetle eleştirdikleri Türk asıllı hanedanlar, aslında daha önce Batı’da, İran’da ve Türkiye’de birçok bilim adamı tarafından Fars kültürü ve edebiyatının etkisi altında kalmış gösterilmekte, örnek olarak “Gazneli sarayında Fars kültürü hakimdi” gibi hükümler oluşturulmaktaydı. Bir sonraki adımda da, “Farslaşmış Osmanlı şairleri, İranlı şairleri taklit etmişlerdir” gibi görüşler dile getirilmekteydi.

Övgü, Fars Edebiyatı Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Ahlakı Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri kitapları, içerdikleri yorumlarla özellikle klâsik Türk edebiyatı açısından yeni değerlendirmeler yapma firsatı doğurmaktadır. Türkiye’de edebiyat tarihiyle ilgililenen araştırmacılar, her halde bu durumu dikkate alacaklardır.

İlave etmek gerekir ki burada konu edilen her iki eserdeki bakış, kanaatimizce ideolojiktir. Bu bakış, Doğu medeniyetine ve Müslüman toplumların geleneğine bütünüyle ters olan bir anlayışa sahiptir. Bir yanda ırka dayalı dışlama ve hakaret etme, diğer yanda dinî metinleri kişisel ve ideolojik tercihler için yorumlayıp kullanma heyecanı bulunmaktadır. Bu eserlerde görülen asırlar öncesinden itibaren bilgin ve şairlerin göremediği ve çözümleyemediği hususları dile getirme iddiası, en basit ifadeyle keyfîdir. Doğu’da günümüze kadar şiir adına yazılanları ve sağlanan birikimleri, insanların can alıcı noktası olan millî ve dinî hislere hitap ederek, olumlu veya olumsuz yönde sadece bu vurguyla açıklamaya çalışmak, XX. asırda kimi bilim adamlarının becerisi olmuştur.

Sonuç olarak, XX. yüzyılda Doğu ülkelerinde klâsik şiire çok farklı yönlerden yaklaşıldığı ve değerlendirmelerde çelişkilere düşüldüğü ifade edilse, her halde yanlış olmaz. Daha önce yazılanlara göre çok farklı ve karşıt bir hüviyet taşıyan Rezmcû ve Vezînpûr’un eserleri, öncekilerle birlikte dikkate alındığında, Doğu’daki klâsik şiir geleneği üzerinde günümüzde ne denli karmaşık ve yanlı görüşlerin bulunduğu açıkça görülecektir.

[1] Muhammed Emîn-i Riyâhî, Zebân ve edebîyât-i Fârsî der-kalemrov-i Osmânî, Tahran, 1368 hş./1990; Çevirisi: Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı, Çev. Mehmet Kanar, İstanbul, 1995.

[2] İlhâme-i Miftâh – Vahhâb-ı Velî, Nigâhî be-revend-i nufûz ve gusteriş-i zebân ve edeb-i Fârsî der-Türkiye, Tahran, 1374hş./1995.

[3] Nüsha, Yıl:2, Sayı: 7, Güz 2002.

[4] D. Mehmet Doğan, Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı, Yeni Türkiye, Ocak-Şubat 1996, sayı 7, s. 573 vd. (Bu makele, aynı yazarın şu eserinin sonunda da bulunmaktadır: Türkistan-Türkiye Gergefinde İran, İstanbul, 1996); Adnan Karaismailoğlu, Gecikmiş Bir Tenkit; “Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı” Kitabı, Yedi İklim, sayı 137, Ağustos 2001, s. 53-58.

[5] Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa.

[6]  Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+390 sayfa.

[7] Eski Şiir, Rezmcû, II, 5-6.

[8] Övgü, Vezînpûr, s. 465.

[9] Ya’kûb b. Leys-i Saffâr (slt. 253-265/867-879).

[10] Eski Şiir, Rezmcû, II, 91.

[11] Safâ, Zebîhullâh, Târih-i edebiyât der Îrân, I-V, Tahran, 1347-1370 hş./1968-1991, I, 214 vd., II, 4, 68 vd.

[12] Safâ, Târîh-i edebîyât der İran, I, 197, II, 325 vd., 344.

[13] Karaismailoğlu, Adnan, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri (Ankara, 2001, Akçağ Yayınları) kitabı içerisinde, s. 99-108 (Gazzâlî ve Bâkî’ye göre aşk beyitleri).

[14] Örnek olarak, Övgü, Vezînpûr, s. 73, 83, 106, 112, 255, 347; Eski Şiir, Rezmcû, 53, 69, 91, 119-121, 137, 163 vd.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir